“Medeniyetimizin ‘Hak ve Hürmet’ mefkūresini, Batı’nın ‘Eşitlik ve Özgürlük’ yâvesine kurban ettik”.                Ömer Lütfü Mete

                                                                                                                                                                                                

Hak ve Hürmetten vazgeçmek üzerine

               

Yukarıdaki serlevhâdan, yazının muhtevâsını anlamak zor değil. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren mâruz kaldığımız felâketin kısa bir ifadesi. Tekâmül derken tegayyüre mâruz kalmak.

Tekâmül (gelişmek), tegayyür (başkalaşmak).

Bir aslan düşünün, hayatta kalabilmek için Tavşan yer, Tilki yer. Tavşan yiyerek korkaklaşan, Tilki yiyerek kurnazlaşanını göremeyiz. Hazmeder, güçlenir, Aslan olarak kalır.

Daha bir çok kelime de olduğu gibi anlam kaymalarının yaşandığı bu iki kelime, dilimizin zihnimizde açacağı ağır  tahribatı çok geçmeden hissettirir. ‘Hayır’ ve ‘Yok’ kelimelerine kadar uzanan bir tahribat yoludur bu. Birbirleriyle ilgisi olmayan kelimeleri, eş anlamlı gibi kullanmaya başladığımız andan itibaren, bir tarafıyla algılarımızı daraltır, başka bir tarafıyla da düşünce dünyamızı, tasavvurumuzu yok ederiz.

Kelime ve kavramlar, toplumun iç âleminde yaşanan fırtınayı, muhabbeti, hasreti, sevdâyı, ve daha birçok duyguyu aktarabileceğiniz araçlardır. Hissettiklerinizi, ya da, anlatmak istediğinizi hakkıyla anlatamamak hazin.

 Hatip ve muhatabın aynı dili konuştuklarını zannettikleri sohbetler, genellikle birbirini anlamama üzerine sürer gider; 'beni yanlış anladın', 'anlayamadın galiba', gibi itiraz geliştirmelere sıkça rastlanır. Oysa ki, zâten aynı dili konuşmamaktadırlar. Birinin kasta mahsus kullandığı kelimeyi, diğeri başka bir kasta mahsus olarak algılamaktadır.

Zihnî veri tabanımızdaki kâmus'un kısırlığı, ya da, mevcut müktesebâtımızın hasarlı olması, ortaya böylesine hoyrat bir manzara çıkâarıyor: Güzel konuşmak, ancak gönül dünyamızın arınması, temizlenmesi ve sağlıklı bilgi ile mümkündür. ‘Sağlıklı bilgi' herkese, her kesime göre değişkenlik gösteren yuvarlak bir kelime gibi algılansa da, insanı, insan yapan, insan kalmasını sağlayan temel değerler bütünüdür.

İçinde bulunduğumuz inkırâzî durumun, hangi bâdirelerin artıkları olduğuna bakmak lâzım;  “Kelâm-ı Kadîm’den Kelâm-ı Kibar, Kelâm, Söz, Lâf, Lâf-ı güzâf, Lâf-ı kerîh’e” uzanan skalada ağzınıza yakışanı seçin, kendinizi nasıl ifade edecekseniz edin.

Batı'nın sanayi devrimi ile başlayan “Eşitlik” hevesi, dünya üzerinde dalga dalga yayılarak romantik bir rüyâ halini aldı. Bu romantik rüyâ, Milletimizi de sarmalayan yeni bir tasavvurun teorisyenlerince küreselleşme olarak karşımıza çıktı; Bu rüyâ, değer, mefkûre, vatan, bayrak gibi Milleti Millet yapan mefhumlara savaş açmış, ve galip gelmiştir.

Medeniyetimizin nesilden nesile tevârüsen bıraktığı değerler manzûmesini koruma, kollama ve sonraki nesillere aktarma durumunda olan aydınlarımızın da bu kervana katılması, kaçınılmaz sonu ortaya çıkardı. Batı'lı olmanın ilk şartı ”müsâvât” (eşitlik) savunuculuğu olarak algılandı. Batı'da eğitim alan birçok münevverimiz ülkesine dönerken yazımızın başında zikrettiğimiz kompleksle döndüler.

“Yunanistan’a giderken, vapurda iki gençle tanışıyor Miller. Yunanlı talebeyi çok beğeniyor. Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşmak sevindiriyor romancıyı ve Yunanistan’ı görmeden âşık oluyor Yunanlılara. Türk talebeye gelince “Hiç hoşlanmadım ondan diyor, en kötü taraftarıyla Amerikan kafası. Hayat yokmuş Türkiye’de. Ne zaman olacak? Diye sordum. Ne zaman bizde Amerika gibi, Almanya gibi olursak, dedi. Hayatı hayat yapan madde idi, ona göre.” Sürgüne gider gibi yurduna dönen bu bahtsız delikanlı, ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanamamış. (Bu Ülke Cemil Meriç)

Devletin idare şeklinin değişmesiyle birlikte, eskiye dâir ne varsa bütün müktesebâtı berhevâ etme heveslileri ile, mefkûreciler arasında sıkı bir mücadele başladı.

Yahya Kemal Fransa’ya gittikten sonra geçirmiş olduğu fikrî savrulmayı üzerinden atmış, yurda döndükten sonra Medeniyetimize dâir tüm değerlerin ateşli savunmalarını yapmıştır. Bu savunmaları idare şekliyle eşdeğer gören bazı aydınlar tarafından da tenkit edilmiştir.

Bu bağlamda, Yahya Kemal’den en aynı kokuyu alan Ziya Gökalp , ona hitaben şöyle der:

“Harâbîsin, harâbâtî değilsin,                                                                                                                                                           

 Gözün mâzîde senin âtî değilsin”.

Sözüne Yahya Kemal:

“Ne harâbî, ne harâbâtî değilim

Kökü mâzîde olan bir âtîyim”.    Cevabını vermişti.

Konunun insicâmını bozmadan, meselenin vuzūha kavuşması bakımından Samet Ağaoğlu’nun babası “Ahmet Ağaoğlu’nun hatırâları” adlı eserinde, babasının medeniyetleri üç kısma ayırdığını, bunlardan ilki “Batı Medeniyeti, diğer iki medeniyeti tahakkümü altına almıştır: (İslâm Medeniyeti ile Budist- Brahman Medeniyetidir). “Necât ve halâsımız için Avrupa Medeniyetini olduğu gibi temessül etmekten başka çare yoktur.” Peki medeniyet nedir? “Tarz-ı hayattır” diyor.

Gerek Cemil Meriç’in, gerekse Samet Ağaoğlu’nun değindiği üzere tekâmül ya da terakkîden kastın; kayıtsız, şartsız ve sınırsız Batılı olmak. Tarz-ı hayatı ile, düşünce dünyası ile, gelecek tasavvuru ile Batılı olmak, yani, yok olmak.

Ve özlenen Batılı’lık bütün benliğimizi sardı; artık cenazelerimizi fatiha yerine alkışlarla uğurluyor, kabri nûr içinde olsun yerine ışıklar içinde yatırıyor, Allah’ın rahmeti yerine toprağı bol olsuna kadar vardırıyorduk.

Yazımızı, içinde bulunduğumuz noktadan başlatmamızın sebebi, makarayı geriye doğru sararak, adım adım yok oluşumuzun serencâmını hazmedelim diyedir; bugün solumakta olduğumuz kirli havanın, din adına yozlaşmanın, dil adına konuşamamanın, öğrenme adına dinlememenin, anlatılanı anlamamanın ya da yanlış anlamanın, haram adına çalmamanın, hak ve hürmet adına adam gibi olamamanın nedenleri anlaşılsın diyedir.

İçinde bulunduğumuz durumun iyi anlaşılması için, evvelemirde yitiklerimizin zikredilmesi icabeder: İnanç sistemimiz ve bu sistemin vaaz ettiği hak ve hürmet. Hak yerine ikame edilen eşitlik terânesi neyi ortadan kaldırdı; “İnsanlar, doğuştan eşittirler: kullukta, fanilikte eşitlik. Ama menfi bir eşitlik bu. Sonra, iman sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar, kardeş olurlar. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır: hukûki ve müsbet bir eşitlik. Kulun bütün haysiyeti: mü’min oluşunda. Kul, mü’min olunca hukuki bir hüviyet kazanır,  dilenciyi halifeye  eşit kılar”.

Demek ki İslâmiyet’in temel mefhumu: eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin bir başka adı veya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin, kime karşı hürriyeti? Batı, hürriyeti, bir hata işleme hakkı olarak tarif ediyor. Müslüman’ın böyle bir hakkı yoktur. Çünkü o ebedî hakikatin, yegâne hakikatin, cihanşümul hakikatin emrindedir.

Evet, İslâmiyet bir kanun ve nizam hâkimiyeti. Batı’nın gerçekleştirmeye çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Heyhât ki, evdeki bakır kazanları verip, plastik tabak almaktan farkı olmayan “Özgürlük ve Eşitlik terânesini” aldık. “Hak ve Hürmeti” fedâ ettik.

“Kürenin, adı duyulmamış bir bölgesinde minnacık bir kıta... Önce haydutlarla keşişler hüküm sürmüş bu ülkede, sonra eski toprak köleleri. Dünyanın dörtte üçü kana boyanmış, talan edilmiş. Ve o kan denizinden mağrur ve muhteşem bir melike belirmiş: “çağdaş uygarlık”. Mukaddesler kurban edilmiş dildadeye, makhur ve mağlup kavimler perestişle  diz çökmüş önünde. Ve “rub-u meskûn”, Avrupa’nın abeslerini Tanrılaştırmış.

 Biz ki İslam’ın kılıcı idik, “hezâr bütgedeyi”  mescid eylemiş, “nâkus” yerlerinde ezanlar okutmuştuk. Biz ki salîbe karşı hilâl, küfre karşı hak, zulme karşı adalettik”. Üstâd ne de güzel izâh etmiş meseleyi.

Evvela öykünme ile başlayan tegayyür, sonraları taklîde, oradan da inkılâba kadar uzanan kimliksizliğe. Adını tekâmül koyar Batılı, siz de inanırsınız. Sadrınız şark' a doğrudur, başınız garba. Gözünüzün önünü göremez, devamlı tökezlersiniz.

Aidiyet duygularınızı kaybedersiniz; önce melezlenmiş kurt mu, köpek mi bilemediğimiz bir kurtköpeği olursunuz, bu da yetmez Batılı'ya bir de tasma takar size. Bir süre sonra tasmaya da gerek kalmaz, gırtlağınıza kadar ihanete bulanırsınız. Bu gurup, bizim gibi giyinen, bizim gibi konuşan, ama artık bizden olmayanlardır. Felâh bulamazlar.

İkinci gurup ise, bugünkü siyasî iklimin zehirlediği ideoloji hastaları; bunların içinde bulunduğu durumu anlatmak için psikoloji ilmi tahsil etmek gerekebilir. Onlar, belki de yaptıklarının sonuçlarını hesap edemeyecek bir hâlettedir. Eski Amerika istihbarat şeflerinden birisi diyor ki; “en verimli ajan, ajan olduğunu bilmeyendir”.

Ve nihayet, Sevr’in muhtevâsını kabullenmiş epeyce hâin aramızda dolaşmakta; hem de, kendilerini gizleme ihtiyacı duymadan. Sırıtarak, tahkîr ederek, tahrîk ederek.

Lâf-ı kerihten uzak durduk, lâf-ı güzâfa tevessül etmedik, lâf olsun diye kekelemedik, kelâm ve üstü sahibinindir; bir çift kulağı olana, bir çift sözümüz olsun istedik. Sürç-ü lisân ettik ise affola!