1.En yakınlarına bile farklı davranmazdı


Atatürk’ün devlet ve halk işlerinde hiç lâubalîliği yoktu. Bir zamanlar akrabasından birini Nafia Vekilliğine (Bayındırlık Bakanlığı) tavsiye etmişti. Bir müddet sonra bir akşam:

— Ben de onu su mühendisi sanırdım, meğer sudan bir mühendismiş, demişti.
En yakın münasebette olduklarının bile devlet hizmetlerinden uzaklaştırılmasına hiç ses çıkarmamıştır.

2. Kendi kendine vefalı bir liderdi


Atatürk ne yaptığını, nasıl yapacağını, kimlere ne yaptıracağını, kimleri nasıl ve nerede kullanacağını bilir pek hesaplı bir adamdı. Yapmış oldukları üzerinde istediğiniz tenkitlerde bulunabilirsiniz. Fakat kendi varmak istediğine ulaşmaktan başka bir şey düşünmeyen, dostluklarının, yakınlıklarının, sözde sırdaşlıklarının üstünde bilhassa ‘’kendi kendine vefalı’’ bir lider olduğu söz götürmez.

3. Bal almasını bilen bir arı gibiydi


Tarih boyunca bütün kendi gibi olanlara benzerdi. O da bal veren bir çiçek değil, her çiçeğin kendine göre balını almasını bilen bir arı idi. Her çiçeğin kovan peteklerinde şüphesiz bir payı vardır. Fakat çiçeklerden hiçbiri, eğer arı olmasaydı, petekteki balı yapabileceğini söyleyerek övünemez. Ama bu balı zehir sayanlar da bulunabilir.

4. Devlet sırlarını sofrasına taşımazdı


Kuvay-ı Milliye ve devrim yıllarının birçok şöhretlerini, gerçek veya iğreti şahsiyetleri ile, Çankaya meclislerinde tanıdım. Atatürk’ün devlet sırlarını sofrasının üstüne döktüğü sanılmamalıdır. Resmî işlerini sorumlu hükûmet adamları ile görüşürdü. Akşam meclislerinde dostları ile buluşmak, olaylar ve şahıslar üzerine hatıralarını anlatmak, tartışmalarda bulunmak da eski âdeti idi.

5. O son büyük Makedonyalıydı


Onun herkesi fikir ve karakter değeri kadar sırlarına yaklaştıran, devamlı bir telkin sanatının inceliklerini pek iyi kavrayan yaman bir politikacı olduğu unutulmamalıdır. Son büyük Makedonyalı idi. Sofrasında bulunanlar onu
kendi kafalarının iki kulağı ile dinlemişler, çok defa yanılmışlardır.
Bir ‘’emir’’ ve ‘’nehiy’’ zorbası değil de inandırıcı, bağlayıcı bir lider olmayı istediği ve sevdiği için bazen yorucu, pek zeki olmayanları şaşırtıcı, dolaşık yollar seçmiştir.

6. Ne senin arkadaşların korkaktırlar ne de sen korkunçsun


Atatürk’ün davasına ölesiye bağlı, fakat içini dökmekten hiç çekinmeyen fikir arkadaşlarından biri Recep Peker’di. Hatıralarım arasında şöyle bir not var: Âdeta şakalı bir konuşmadan sonra bahis bilmem neden bu korku meselesine geldi. Atatürk, yanında oturan Recep’e:

Mehmet Ali Yılmaz’ın cenaze programı belli oldu Mehmet Ali Yılmaz’ın cenaze programı belli oldu

— Sen benden korkmaz mısın? diye sordu.
Recep güldü. Atatürk:

— Karşıma geç! dedi.
Geçti:
— Korkar mısın, korkmaz mısın, söyle, dedi.
— Hayır, dedi… Ne senin arkadaşların korkaktırlar ne de sen korkunçsun. Biz inanarak senin ideallerine bağlıyız. Sen sevilen adamsın, korkunç olamazsın.
Atatürk:
— Gel gene yanıma otur, dedi.

7. Gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi vardı


Atatürk’ün anlatışı ne nutuk söylemesine ne de yazı yazmasına benzerdi. Ara sıra Rumeli ağzına kayan tatlı bir şivesi, gönül tellerine dokunan büyülü bir sesi, hiç bezginlik vermeyen renkli bir hikâye üslubu vardı. İnsanlarda beğenecek pek az şey bulmayı belki süs edinen nice titiz tenkitçiler, sohbet cazibesine kolayca kapılmışlardır.

8. Halktan hiçbir şeyini saklamazdı


Atatürk İzmir’e bir gidişinde Kordon boyundaki evinin salonuna büyük bir sofra kurulur. Davetliler tamam olup oturulacağı vakit, sokakta biriken halkın içerisini seyrettiğini istemeyen vali, perdelerin indirilmesini emreder. Atatürk der ki:

— Vali Bey, dışarıdaki halk acaba bizim ne yaptığımızı sanıyor? İçki içtiğimizden şüphesi yok. Fakat şimdi masa üstünde kadın da oynattığımızı ve kim bilir daha neler yaptığımızı zannedecekler. İçki içmekten başka bir şey yapmadığımızı görmeleri için perdelerinizi açtırınız.

9. Riyakarlığı sevmezdi


Yaptığını saklamak riyakârlığından, kendi gibi, halkı da kurtarmaya çalıştı. Bir yaz ikindisi Dolmabahçe Sarayından bir motorla Kalamış Körfezine kadar uzanmıştık. Koy sandal dolu idi. Ortalarına sokulduk. Herkesin gözü Atatürk’te ve hepsi put. Ses yok, kımıldanış yok. Atatürk garsona:

— Bize bira getiriniz, dedi.
Getirdiler. Kadehini kaldırarak:
— Şerefinize vatandaşlar… deyince kimi yanı başında, kimi oturduğu yerin altında sakladığı içki kadehlerini:
— Şerefine paşam… diye kaldırıp içtiler. Bütün koy neşe içinde çalkalanıp durdu.
Hatıralarımdan gizleme çabasına düşmeyişim, yalnız Atatürk’ün o sabahki öğüdünü tutmak için değildir. Atatürk kadar iç ve dış, özel ve resmî yaşayışı birbirine karışan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılmayan belki pek az tarih adamı vardır.